yazan Özlem Pehlivan

Sana mucizeler vaadedemem ama, mucize aratmayacak kadar çok sevebilirim seni…

Bir sevda masalı bu… Yazmaya henüz başlamadım… İnsan yaşarken yazamıyor bazı şeyleri, aynı kelimelerin arasında gidip geliyor…. Ne zaman yazmaya kalksam, hep aynı cümleler…

Onun için, yazmaya başlamadım daha… Ama bu bir masal…

Sana dair ilk cümlem -çok garip birşey bu, nesin sen, korkuyorum senden-di… O anki gülüşün hala aklımda… Anlayamayan, hoşuna gitmiş, kafası karışmış bir gülüş…  -Garip değil, güzel diyelim- demiştin bana, sonra da küçük bir kıza masal okur gibi girdin hayatıma, masal tadında… Masalları severdim, severim, evet… Ama bunu sana söyleyemedim. Korkuyordum senden… Şimdiyse, seni kaybetmekten…

Konuşamıyordum, anlatamıyordum, dinleyemiyordum, dizginleyemiyordum duygularımı, içimde deli bir nehir gibi çağlayan aşkı tutamıyordum… Yapamadığım çok şey vardı… Ama sevdim seni… Sana mucizeler vaadetmedim… Ama sen, mucizenin ta kendisiydin… Ben de seni, mucize aratmayacak kadar sevdim…

Bir mucize arar gibiydin seni tanıdığımda… Gözlerin nereye baksa, aynı soruları soruyordu bana… “Gerçekten aşk var mı?” “Gerçekten sevebilir mi insan?” “Gerçekten bir masal yazılabilir mi bir yaşamdan?” Öyle çok kırılmıştık ki; korkuyordun, korkuyordum… Hayatım boyunca, yapmaktan korktuğum tek şeyi yaptım ve aşık oldum sana… Ama hiç pişman olmadım sonrasında, olmayacağım da…

Ve ben sana, mavi bir masal yazdım… İnanıp inanmayacağını düşünmeden masallara… Masalımı maviyle donattım. Bunlar mucize değildi, hayır… Sana mucize vaadetmedim… Ama seni, mucize aratmayacak kadar çok sevdim…

Sana dair anlatılacak o kadar çok şey var ki aslında… Dedim ya, yaşarken anlatamıyor insan… Ne zaman yazmaya kalksam, içimden geçen cümleler hep aynı yerde takılıp kalıyor… Ne zaman seni yazmak istesem, ne zaman sana yazmak istesem, kelimelerim düğümlü…

Artık senli zamanlarıma gün değil, günler diyebilmenin mutluluğu da eklendi senli mutluluklarıma… Seni tanıdığım için, seni sevdiğim için, benim olduğun için mutluydum zaten… Ve artık sana “seni çok sevdim” derken, çok geniş bir zamanı anlatıyor geçmiş zamanım… Ve şimdiki zamanım da, çok büyük bir sevdayı…

Bir sevda masalı bu…

Ama yazmaya henüz başlamadım…

Yazıldığında göreceksin, ne çok sevildin…

Yazıldığında göreceksin, ben seni ne çok sevdim…

15 Ağustos 2008
83.721 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

yazan Özlem Pehlivan

Bir kıpırtıdır başlar önce içinde, ince bir su sızıntısı gibi, kaynağından. Yol aldıkça büyür, serpilir, çağlayan olur gün geçtikçe. Belki de bir denize dökülür kimse sahiplenmezse, sessizce. Belli olmaz bu akıntının ne getireceği, yoluna çıkanı boğar bazen, acımasız olur. Bakarsın kardelenler bitmiş yamacında, hayat verir hiç umulmadık bir anda.

Aşk derler adına, anlamsızca…

İki yürek değildir artık atan, bir olmuştur. Farklı olsa da mekan, aynı hayal içindir çırpınışlar. Günler geçmez olur, işlemez zaman. İki yürek birdir ya, dikeni battı mı içinde sürüklendiği hayatın birine, canı acır ötekinin, bilmem hangi şehrin hangi caddesinde. Hele mutluluk konduğu zaman yüzüne, anlam veremez diğeri, kendi dudaklarındaki istemsiz tebessüme. Bir şarkı mırıldanır sadece, sessizce.

Aşk derler adına, sebepsizce…

Hatırlamak değildir onu, bilakis yaşamaktır hayatı her anında onunla. Rüyalarda görmek değildir, rüyanın ta kendisi olmaktır, dönülmeyeceği bilinse de gerçek hayata. Onun gibi, onun için yaşamaktır, damlanın yaşadığı misal okyanusta. Köprü olmaktır amansız uçurumların üstünde, ayaklarının altına. O geçtikten sonra bırakıvermektir kendini boşluğa, fedakarca. Hem ne anlamı var ki bir damlanın okyanusta, anlamı olmadığı gibi köprünün, üzerinden geçeni olmayınca.

Aşk derler adına, pervasızca…

Adını kazımaktır onun, ağaçlara değil, gözbebeklerinin ta içine. Görebilirsin böylece ismini her gün, her gece, uykunda bile. Ya da yıldızlarına yazmaktır şu yaşlı kainatın, görürsün belki ismini her daim, varana kadar kıyamete. Katılırsın ışığa doğru uçuşan kelebeklere veya uçarsın yıldızlara doğru, ulaşmak için onun ismine. Ama kelebekler döner, döner ve can verirler nihayetinde, sonlarını bildikleri halde. Sen de biliyorsun sonunu, hazır mısın, katlanabilir misin çok sevsen bile?

Aşk derler adına, kabul edilmese bile…

Buzdağları gibi yaşarsın hayatı artık. Görünen kısmı değildir tamamı, fırtınalar kopuyordur içinde hiç kimse bilmese de. Saklarsın gözlerindeki yaşları geceler boyu, bir dehliz misali, yastığına düşse de. Lezzet vermez artık eski tatlar sana, bir sıkımlık canı kalmıştır hayatın, gözlerin göğe bakmaz artık, yolları ezberler, bir de bir türkü, ‘O’nun ismine.

Aşk derler adına, kabul edilmişçesine…

12 Ağustos 2008
4.959 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

yazan Özlem Pehlivan

Televizyonda izlenebilecek hiçbirşeyin olmadığı malum günlerden Cumartesi akşamı, sıkılıp izlenebilecek güzel bir şeyler bulalım diye filmlerimizi aldığımız yere gittiğimizde, saat geceyarısına yaklaşıyordu. Çevremdeki herkes bilir nasıl bir sinema delisi olduğumu, izlemediğim film yok gibi, e durum böyle olunca da beğeni çıtası epey yükseliyor insanın.

İşte, önceki akşam izlemediklerimiz arasında gezinirken, her ne kadar ikimiz de sinema tutkunu olsak da, yaşamın akışına kapılıp, arada bir kaçırdığımız filmlerin olabileceğini getirdi aklıma, o gün benim izlediklerimi sevgilimin, onun izlediklerini benim izlememiş olmamız. Bunlardan biri Apocalypto. Film epey eskidi artık ama evde izlenebilecek sıkı filmlerden bir tanesi. Öncelikle sevgili sevgilim ve onun gibi hala izleyememiş olanlar için filmi aktarayım istedim.

Senaryosunu (Farhad Safinia ile beraber) ve yönetmenliğini Mel Gibson’un üstlendiği film, Güney Amerika’da Maya İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, Avrupalıların kıtaya ayak basmasından, yerli halka medeniyetin getirilmesinden hemen önceki bir tarih sürecinde başlıyor. Köylerinde mutlu ve huzurlu bir yaşam süren, geçimlerini yaşadıkları ormanda avlanarak devam ettiren bir grup yerli, Maya imparatorluğu’nun köle tacirleri ve askerleri tarafından saldırıya uğruyorlar. Esir edilen yerli kadınlar pazarlarda satılırken, erkekler de sözde maya tanrılarına kurban ediliyor. Ülkeyi etkisi altına almış olan salgın hastalıkların, bu sayede önüne geçilebileceğine inanıyorlar…

Kısaca konusunu özetlediğim film, Mel Gibson’un dördüncü yönetmenlik denemesi. İlk filmi Yüzü Olmayan Adam (The Man Without Face-1993)’dan sonra çektiği, Cesur Yürek (Braveheart-1995), Tutku:Hz. İsa’nın Çilesi (The Passion of the Christ-2004) ve Apokalipto (Apocalypto-2006) oldukça kanlı filmler. Söz konusu film de kanlı bir şekilde bir av sahnesi ile başlıyor ve tempoyu düşürmeden sonuna kadar da sürekli kan ve ölüm izliyorsunuz. Çöküş dönemindeki Maya imparatorluğu’nda filmde anlatıldığı şekilde gerçekten bu kadar çok ve yaygın kan dökülmüş müdür, bilmiyorum. Senaryo öyle ustaca yazılmış ki, enteresan bir biçimde rahatsız da olsanız devamında ne ile karşılacağınızı merak ediyorsunuz. Öyle ya, yönetmen size bir hikaye anlatıyor ve hikayenin nasıl bittiği önemlidir. Hikaye en ufak bir kopukluk olmadan, üstelik o zaman konuşulan Maya dilinde başlıyor ve bitiyor. Ben filmin bu özelliğini çok başarılı buldum. Filme bir özgünlük kazandırdığını düşünüyorum. Düşünsenize Maya yerlileri İngilizce konuşuyorlar… 🙁 Ne kötü olurdu! Yönetmen bunu Tutku:Hz. İsa’nın Çilesi filminde de başarıyla gerçekleştirmişti. Filmin çekildiği doğal ortam, yerlilerin doğal şartları, giyim kuşamları harika bir şekilde aktarılmış.

Oyunculuk açısından ise, kesinlikle olumlu not vermek zorundayız, bence. Çünkü tümüyle deneyimsiz oyunculardan hatta çocuklardan oluşan bir topluluğa, görevlerini öyle bir anlatmış olmalı ki, hiçbir yerde sırıtmıyorlar. Adeta doğal ortamlarına bir pencere açmışız da oradan doğal halleriyle abartısız yaşantılarıyla izliyoruz. Yerliler yerli gibi, çocuklar çocuk gibi, başrol oyuncuları da başrol oyuncusu gibi hakkını vermişler. Bir de başroldeki çocuk futbolcu Ronaldinho’ya çok benziyor. Ronaldinho’nun dişlek olmayanı 🙂

11 Ağustos 2008
5.555 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

yazan Özlem Pehlivan

Fonda duyulan “iyyyy… ayy… oooo my love for youu…” nakaratıyla, Karla Bonoff’un seslendirdiği unutulmaz şarkı All My Life’ın ardından, “Parliament Sinema Kulübü Pazar gecesi sinemasını sunar…” anonsu geldiği an, tüm ev halkı herşeyi bir kenara bırakmış, televizyonun karşısına dizilmiş olurdu. O zamanın çocukları ve gençleri bizler için ne kutsal bir yayındı!

Filmlerden daha fazla introya aşık olduk belki de biz, o büyülü sese.

Haftanın ilk günü, sabah sabah hayırdır demeyin, güzel bir haftasonundan sonraki ilk sabah kanımda kıpır kıpır dolaşan nostalji, tesadüfen bulduğum o büyülü şarkıyı, şu an büyük bir keyifle tekrar dinlerken geldi aklıma… Hepimizin yaşamında şuna benzer bir andır sanırım o yıllar ve o Pazar akşamları; banyo yapılır, okul çantası hazırlanır, yorganın altına girilir, ek bir yastık daha kafa altına konulur, ışık söndürülür ve sinemanın başlaması heyecanla beklenir. Vee dayanılmaz mavilikle dolu introdan sonra film başlar. Ertesi gün, okul hep akıllardadır. Olmasa bile anne babanın telkinleriyle unutulmaz, unutturulmaz 🙂 Büyük ihtimalle filmin daha yarısına gelmeden gözler kapanmıştır. Ertesi sabah zor da olsa okula kalkılır. Okulda, filmi izledin mi izlemedin mi tartışmaları alır başını gider. Sonunda “hafta hemen geçse de Pazar gelse” nidalarıyla haftaya başlanır…

Yanılmıyorsam, ilk film Batman’di. O filmle tanımıştık yarasa kahramanı. Çok etkilemişti beni Gotham Şehri’nin olayları, Michael Keaton’ın karizmatik havası ve Jack Nicholson’un “pis” gülüşü. Şimdilerde farklı oyuncularla tekrarı çekilse de, açıkçası o ilk filmin heyecanını yakalayamadım ben.

Hatırladığım ve biraz da Vikipedi’den aldığım yardımla, o yıllarda Star 1’de yayınlanan Parliament Sinema Kulübü filmlerinden bazılarını size de hatırlatayım:

Batman | Batman Returns | Geleceğe Dönüş 1, 2 ,3 | Rocky 1, 2 ,3 | K-9 | Stargate | Esaretin Bedeli | Spawn | Polis Akademisi Serisi | E.T. | Hayalet Avcıları | Mad Max | Tango ve Cash | Gremlinler | Elm Sokağı Kabusu Serisi | Jaws Serisi | İçimde Biri Var | Dağcı | Yargıç

“Aaah ah ne günlermiş” dediğinizi duyar gibiyim… 🙂

Ses Klibi: Bu ses klibini oynatabilmek için Adobe Flash Player (Version 9 veya üzeri) gereklidir. Güncel versionu indirmek için buraya tıkla Ayrıca tarayıcında JavaScript açık olmalıdır.

11 Ağustos 2008
5.076 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

yazan Özlem Pehlivan

Keyif alarak okuduğum bir yazıyı paylaşmak istedim…

Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, ‘Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum’ dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım:

Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı ‘insan yetiştirmek’ olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın.

Yapabiliyorsan, gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını…

Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden ‘neden ben değil de o?’ demeden…

Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu.

Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, herşeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret.

Kitaplardan keyif almasını.

Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını , ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp da kendini yönlendirmeyi bulmasını.

Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla.

Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğrenmemiş diğer sevgililerin aksine…

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli milyonun, piyangodan çıkan beşyüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın terine saygıyı öğret ona.

Aşk acısı çekmenin hiç aşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret. Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret, başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı… Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret.

Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat. Hayatı sorgulamayı öğret ona…

Bilginin en büyük güç olduğunu öğret. Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.

Günün birinde yaptıkları değil, yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.

Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı…

‘İstemiyorum’ ‘hayır’ demeyi öğret ona, istediğinde ise ‘istiyorum’ demeyi.

Sevdiğinde ‘seni seviyorum’ diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantalon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını…

Sorgusuz sevmeyi… El yazısı ile notlar yazmayı… Lafı dolandırmamayı… Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona.

Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını.

İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret… Ama en çok da kendini sevmesini öğret… Kendini sevmezse, kimsenin onu sevmeyeceğini… Kendine çiçek almazsa, kimseden çiçek beklememesi gerektiğini… Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa, kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını…

Hayatta herşeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona…

Aylin Kotil, Cumhuriyet Gazetesi

10 Ağustos 2008
2.710 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

yazan Özlem Pehlivan

Pazar günleri ve özellikle Pazar kahvaltıları, benim için çok özeldir. Bu nedenle her haftasonu, öncelikle gözümün doyacağı sofralarda, uzun süreli kahvaltı keyfine bayılırım. Bugün her zamankinden epey farklı bir kahvaltı yaptık. Bir Trabzonlu olarak her fırsatta ballandıra ballandıra anlattığı, haftalardır sözünü verdiği yöresel yemeklerinden birini yaptı sevgilim; kuymak…

Adını hep duymuş ama daha önce hiç yememiştim, gerçekten inanılmaz bir lezzet! Üstelik sofrayı hazırlamanın zahmetsizliği de cabası, kuymak, ekmek ve çay ya da başka ne tercih ederseniz içeceğinizi koymanız yeterli, hepsi bu 😉

Ellerine sağlık canım benim 😉

Malzemeler

1 su bardağı mısır unu

100 gr. Trabzon Tereyağı

150 gr. Trabzon İmansız Peynir (veya Golot)

1 su bardağı su

Hazırlanışı:

Tereyağını tencereye koyun. Yağ eridikten sonra mısır ununu dökerek, rengi değişene ve un kokusu gidene kadar tereyağı ile kavurun. Pembeleştiğinde suyunu ilave ederek pişirmeye devam edin.

Katılaşmaya başlayınca peynirini ekleyin. Tahta kaşığı hafif hafif aralara daldırıp çıkartarak, peynirin iyice eriyip yayılmasını sağlayın.

Peynir tamamen eriyip azıcık da dibini tutturduğunuz an, kuymak hazır demektir. Sıcak sıcak servis yapın.

*Bulamadığınız zamanlarda Trabzon tereyağı yerine normal tereyağ ve imansız peynir yerine örgü peynir ya da kaşar da kullanabilirsiniz.

** Her seferinde göz kararı yaptığımız için yaklaşık ölçüler verdim, miktarlarla dilediğiniz gibi oynayabilirsiniz.

Afiyet olsun…

10 Ağustos 2008
3.428 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

yazan Özlem Pehlivan

Bir susarsınız erdem olur, çok susarsınız direniş olur, hep susarsınız işkence olur… Tabi hangi taraf için işkence olacağı çok da açık değil. Çoğu kez söylenecek birşey olmadığı için susulur. Söylenecekler olup da karşı tarafın anlamayacağı veya yanlış yorumlayabileceği düşünüldüğünde de susulur. Kaygısız susmak -çoğu kez yaptığım şey- yani susabilmekse, apayrı birşeydir.

Karşındakiyle yakınlığını ortaya koyar. Bir insanla hiç düşünmeden, kasmadan, sıkılmadan uzun süreler susabiliyorsan ve bu seni rahatsız etmiyorsa ait olduğun yerdesindir, bırakıp gitmemek gerek!… “Sustuk, oturduk!” serzenişinin çok ötesinde sadece o anın paylaşımı kalır ortada… Bir kez olsun tanık olmuşsanız, korkutur bazı insanların suskunluğu, konuştuğu sürece herşey yolundadır çünkü. Söyleyeceği şeyin önemi yoktur, ne söylerse söylesindir, sonrasını bilirsiniz çünkü uzayan zamanın… Tamamen içgüdüsel olarak yapsam da bende de, o konuda bittiğim, o insandan gittiğim andır susmak. Cezaların en kötüsüdür bilirim ama hiçbir kelimenin dolduramayacağı bir yerdeyseniz ve yangında kurtarılacak hiçbirşey kalmamışsa artık, susmak zamanıdır…

Güneş altında söylenmedik söz yokmuş…
Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi…
Ne gece, ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz…
Ben de söylenmişleri söylüyorum, yeni biçimde…
Hiçbir biçim kalmamış dünyada denenmedik…
Bende susuyorum sevgimi saklayıp içimde…
Duyuyorsun değil mi suskunluğumu, nasıl haykırıyorum…
Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim…
Ama bir başka seven yok, benim sustuğum biçimde…

Aziz NESİN

08 Ağustos 2008
2.641 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

Arama

Özlem Pehlivan

12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...

Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...

Facebook Sayfası

Arşiv

tr_TRTurkish