"İzlemeli" kategorisine yazılan yazılar.

yazan Özlem Pehlivan

Senaryoya dökülmüş hallerini genelde başarısız bulduğumdan, okuduğum kitapların görselliğe dönüşmesi beni mutsuz eder, hiç keyif almam. Okurken içine daldığınız dünya farklıdır, hayalinize göre şekillenir.Karakterler, mekanlar, sesler, kokular hepsi sizdendir, sizindir. Senaryolaştırıp önünüze koyulan “şey”, hiç bir zaman -ya da çoğu zaman diye hafifleteyim hadi- o hayallerinizle örtüşmez.

Merak edip de karşısına oturduğun diziden, filmden o tadı alamadığında da işin rengi değişir. Her sahnesine, her repliğine kulp takmaya başlar, yetmez her karşına çıktığında hırsla kanal değiştirecek kadar kıl olursun.

O bayıldığın, neredeyse “hayatımın kitabı” dediğin kitaptan bile soğursun.

Çok kitap okuyorum, içlerinden birçoğu dizi ya da filme dönüştürülüyor sonradan. Hikayenin çok fazla içine girmemişsem, pek içime sinmemişse zaten sorun yok ama tam tersinde durum vahim. Anlattığım duyguları aynen yaşıyorum, hatta yaşadıklarımdaki abartı, anlattıklarımın epey ötesinde diyebilirim.

Başarılı olanlar -ya da benim başarılı bulduklarım demek daha doğru sanırım- yok mu? Elbette var. Sayıları çok az da olsa var. İşte onlardan biri; Kahperengi‘nin Merhamet hali.

Hande Altaylı’nın henüz hiçbir kitabını okumamışkendi, sırf adındaki harf oyunu cazibesiyle annemin kitaplığından elime alıp, şöyle bir göz gezdirdiğim. Yokluktan varlığa yolalan öyküyü okurken bir şey oldu ve o şey çöreklenip oturdu içimde bir yerlere.

Aklım hep ondaydı, kaldığım satırda. 15 dakikalık dönüş yolu uzadıkça uzadı sanki. Ben hep Narin’deydim; konuşursam, öykünün içinden çıkıvermekten korkarak geçirdim, bana uzun gelen, aslında kısacık olan zamanı.

‘Bir solukta’ denir ya hani; bende sanki o bir soluk da yoktu, fazlaydı, lüzumsuzdu, soluksuzdum. Kaldığım satırdan, son noktaya geldiğimde koltuğun köşesinde ne kadar zaman geçirdiğimin farkında değildim.

Son sayfanın ardındaki kapağını çevirdiğimde, kimbilir ne zamandır içimde hapsettiğim, yorgun, tuhaf, eski bir soluk çıktı güçlükle dudaklarımdan…

Onca zaman geçti üzerinden, geçtiğimiz yazda kaldı o duygu, o soluk. Ama ben, içimde bir yerlerde öyle benimseyip, özümsedim ki Narin’i ve öyküsünü, içimdeki çocuk, genç kız, güçlü kadın karışımı ona dönüştü, sımsıkı sarılıp sarmaladım onda kendimi.

Kitabı anlatmayacağım, bunca yoğunluk yaşatan, beni böylesine derinden etkileyen bir öyküyü anlatmaya uygun kelimelerim yok.

Dizisinin başlayacağını duyduğumda itiraf ediyorum; çok üzüldüm. Yine o güzel kitapların başına getirilen hazin sonu yaşayacağından ziyade, yüreğimin acımasından -biliyorum çok az kişi beni anlayabilecek- korktum, içim daraldı.

“Oyuncular iyi, şöyle bir göz ucuyla bakayım, olmadı kanalı favorilerden kaldırıp arkalara doğru atarım” dedim içimden, çok ciddiyim gerçekten düşündüm bunu.

Şimdilerde epey bölüm geçti, o gözucuyla başladığımın üzerinden. Ve ben, her bölümde hayalimdekileri hatta daha ötesini canlanmış halde izlemenin şaşkınlığı içerisindeyim. Aşkı, nefreti, öfkeyi, hüznü, mutluluğu, yokluğu, varlığı, onuru, onursuzluğu yaşıyorum, o hislerin tamamını geçirebiliyorlar bana ekrandan.

Öykünün içindeyim hep, araba kullanırken takip ediliyorum sanıyorum.

Yolda arkamdan gelen koltuk değnekli adama Mehmet’mi acaba diye dönüp bakıyorum.

Her an bir köşeden Moskof Recep’in çıkıvermesinden ve bana, gözlerimin içine ‘öyle’ bakmasından korkuyorum.

Ofisin çaycısının çalışmayan, kendine de çocuklarına da kötü davranan kocasına ısrarla tahammül etmesine artık daha çok sinirleniyorum, Hatice farzederek tutup kollarından silkelemek istiyorum kendine gelsin diye.

Hiç kimsenin idrak edemeyeceği kadar sevmiş, uğrunda herşeyi göze almış, taşıyamadığı kadar büyük ve karşılıksız olsa da aşkını omuzlamış, vazgeçmeden körkütük ilerleyen insanoğlunun dişisi Irmak, erkeği Babür/Sermet artık gözümde.

Sokakta yanımdan geçen, üstü başı pek de düzgün olmayan kız çocukları, Şadiye gibi bakıyorlar bana hep; aç, aciz, ürkek, olabildiğine masum.

Özlediğim, uzun zamandır oturup dertleşemediğim dostuma, adı bambaşka olsa da Deniz diyesim geliyor.

Necati Abi’ye sımsıkı sarılıp, “iyi ki varsın” demek, hayatının sonuna dek kol kanat gerip, rahat yaşatmak istiyorum.

‘Sonucu ne olacaksa olsun’ şeklinde yaşamayı, yalan dolanla el üstünde tutulmaya yeğleyen en dobra adamlar Can, insan ruhuna iyi gelen, her yüreğe lazımlar Atıf, tipik Türk filmi misali; onurundan vazgeçmeyen, aşık olduğu esas kızı kaybetmek pahasına da olsa bildiklerini, hissettiklerini kendine saklayan, saysan bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kalmış olan, yeryüzündeki en aşık, en güzel bakan tüm adamlar Fırat artık bundan böyle.

Peki ya Narin? Ben tabii ki; onu kimselere bırakamam, bırakmam. Nerelerden geldiğimi, ne zor yollardan geçtiğimi bilen herkesin istisnasız bu benzetmeye katılacağı, katılmasalar da umurumda olmayacağı bir yerindeyken yaşamımın, benden başkasına yakışmaz Narin olmak…

Her seferinde geçmişimi gün yüzüne çıkartıp, unuttuğumu sanarak kendimi kandırdıklarımla yeniden yüzleşmemi sağlamanız, iyi birşey mi bilmiyorum.

Tek bildiğim; bana ilk kez, bir kitabın yaptığından çok daha fazlasını bırakacak  kadar içinde olduğunuz, yaşadığınız, yaşattığınız öykü için naçizane hepinize ve Hande Altaylı‘ya kendi çapımda bir teşekkür borçlu olduğum.

Anlamı var ya da yok; teşekkür ederim…

03 Mayıs 2013
2.784 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Mecburi verilen uzuuun bir aranın ardından, dün akşam sinema keyfi yaşadık nihayet. Ne çok özlemişim; salon kokusunu, orada film izlemenin keyfini, sıcacık patlamış mısır ve soğuk gazoz ikilisinin dayanılmaz hazzını 🙂 Vizyondaki filmler arasında Çağan Irmak adı varsa, diğerleri ne olursa olsun önemini yitiriveriyor, öncelik mutlaka ona tanınıyor bizde. “Ne eylerse güzel eyler” diye yaptığımız her seçimde, bizi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmamıştır, her daim “iyi ki” lerle ayrılırız salondan ki; yine aynısı oldu.

“Dedemin İnsanları” yine masal tadında; biraz hüzün, biraz tebessüm, yüreğinizde bir yerlere dokunarak akıp gidiyor perdede. Oyuncu kadrosu, Çağan Irmak filmlerindeki vazgeçilmezler ve onlara eklenenlerden oluşuyor. Çetin Tekindor, Hümeyra, Yiğit Özşener, Gökçe Bahadır, Sacide Taşaner, Mert Fırat, Ezgi Mola, yeni ve iyi keşif çocuk oyuncu Durukan Çelikkaya başlıca sayılabilecek olanlar. Diğer oyunculara haksızlık etmek istemem, hepsi rolünün hakkını vermiş ama bir dede karakteri var ki; ustalığını ve büyüklüğünü bir kez daha kanıtlamış işte onda Çetin Tekindor. Giyimi, tonlamaları, duruşu, bakışıyla öyle içindeki rolünün; sevecen, hoşgörülü, bilge, onurlu Giritli koca çınara can verebilecek tek oyuncunun, o olduğunu hissediyorsunuz. Müzik seçimleri yine çok başarılı, izlediğiniz sahneyi daha iyi sindirebilmenizi, iç çekmelerinizin daha bir derin olmasını sağlıyor. Filmde beğenmediğim, rahatsız olduğum tek şey; kitap okur gibi, tane tane, hiçbir duyguya sahip değilmiş hissi veren, hikayeyi anlatan dış ses, hiç oturmamış filme, eğreti durmuş, olmamış bence. Onun dışında, elbette isteyen bulur ama ben eleştirilecek birşey bulamadım.

“DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.” www.dedemininsanlari.com

Yaşamın hengamesinde unutulan, bir yerlerde bırakılan parçaları hatırlamak, bir nebze olsun eksikleri tamamlamak için izleyiniz, izlettiriniz 😉

Şimdiden, iyi seyirler 🙂

09 Aralık 2011
3.113 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Tüm dünyadaki Lost, bizim evde Kost’tur, sevgili sevgilim sayesinde 🙂 İşte bu Lost-Kost’un finaliyle ilgili hissiyatım çok fena; dağarcığımda içimdekini tam karşılayabilecek bir kelime, cümle yok…

120 bölüm, 6 yıl, kısacık insan ömründe fazlaca uzun bir zaman. Bu kadar içinde olduğum, bu kadar içimde olan bir yaşayışın finali böyle olmamalıydı. Dolu dolu yaşanan zamanlara, sıradan bitişleri yakıştıramaz ya insan hani, işte öyleyim. Sevdiğim, çok sevdiğim birini hem zamansız hem de saçmasapan bir sonla yitirmiş gibiyim…

Evde, sokakta “çıkıçıkıçık, çıkıçıkıçık” sesini en doğru kim çıkaracak yarışmaları yapan, bitecek korkusuyla son sezonu izlemekten itinayla kaçınan, taaa en başından kendine bir karakter seçmiş, güncel yaşamında onunla kolkola yaşayan, ona akıllar veren, onunla ahlayıp oflayan, onunla gözlerinin içi gülen, yakılan minicik bir ateşte o devasa, gizemli kara dumanı imgeleyip, onunla savaşan, ya da ondan nasıl kaçılırın planlarıyla kafa patlatan insanlarla dolu çevrem.

Bir sürü soru, onca dallandırıp budaklandırılıp sonunda toparlayamamayla havada asılı kaldı. “Eee bu ne şimdi, bu mudur yani?” bakışı yapışmış, kocaman hayal kırıklığına sahip, anlamı boşalmış suratımla kalakaldım ekran başında. Onca yılımı senaristlerin o beynime kazıdıkları sorulara, kendimce ikna edici yanıtlar arayarak geçirdim. İzleyen herkesle, yakaladığımız farklı noktaları birleştirip ne senaryolar ürettik. Ve çok üzülerek söylüyorum ki; benim, bizim, bazılarında saçmalamanın tavan yaptırdığı senaryolarımız bile çok daha iyi, çok daha yukarıda bir finalle bitiyordu.

Dediğim gibi; çok sevdiğim birini saçmasapan bir sonla yitirmiş gibiyken ruh halim, yapımcılar işin kolayına kaçarak epik bir son hazırlamışlar, ceplerini doldurdular vs. şeklinde olumsuz düşünmemeye çalışıyorum; altı yılda yaşattıkları heyecanın hatırına…

30 Mayıs 2010
2.735 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Bir haftadır bir türlü zaman ayıramadığımız filmi, Oscar’ a aday olduğunu öğrendiğimizde, tören öncesi kesinlikle izlemek, fikir sahibi olmak lazım düşüncesiyle, dün akşam izledik. Film bittiğinde Benjamin’den çok daha iyi olduğuna ve oyunculuk hariç, birçok ödül alması gerektiğine karar vermiştik biz sevgilimle zaten ve sabah gördük ki; yanılmamışız, geceye 8 ödülle damgasını vurmuş Slumdog Millionaire 🙂

Hayatla mücadelesine, Hindistan’ın Mumbai kentinin kenar mahallesinde başlayan bir çocuğun, zorluklar içindeki büyüme sürecini, bir aşk hikayesini de içine katarak, katıldığı bir yarışma programı çerçevesinde ele alan Slumdog Millionaire, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo, en iyi görüntü yönetmenliği, en iyi ses miksajı, en iyi kurgu, en iyi film müziği ve en iyi orijinal şarkı ödüllerine layık görülmüş. Biz de Kenan Işık’ın sunduğu Kim 500 Milyar İster (sonradan ismi değişti malum) yarışma programının, Hindistan uyarlamasıydı basit ama çok iyi işlenen anatema. Eğitimsiz, çok kötü şartlarda yetişen, çaycılık yaparak yaşamını sürdürmeye çalışan bir gencin, herkesin bildiği soruları bilemeyip, çok zor denebilecek soruları rahatlıkla bilerek büyük ödülü kazanan tek insan olmasının öyküsünün, o cevapların zor yaşamındaki keskin izlerinin geçmişe dönük kesitlerle anlatıldığı, son dönemlerde izlediğimiz en iyi filmdi…

23 Şubat 2009
3.447 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Televizyonda izlenebilecek hiçbirşeyin olmadığı malum günlerden Cumartesi akşamı, sıkılıp izlenebilecek güzel bir şeyler bulalım diye filmlerimizi aldığımız yere gittiğimizde, saat geceyarısına yaklaşıyordu. Çevremdeki herkes bilir nasıl bir sinema delisi olduğumu, izlemediğim film yok gibi, e durum böyle olunca da beğeni çıtası epey yükseliyor insanın.

İşte, önceki akşam izlemediklerimiz arasında gezinirken, her ne kadar ikimiz de sinema tutkunu olsak da, yaşamın akışına kapılıp, arada bir kaçırdığımız filmlerin olabileceğini getirdi aklıma, o gün benim izlediklerimi sevgilimin, onun izlediklerini benim izlememiş olmamız. Bunlardan biri Apocalypto. Film epey eskidi artık ama evde izlenebilecek sıkı filmlerden bir tanesi. Öncelikle sevgili sevgilim ve onun gibi hala izleyememiş olanlar için filmi aktarayım istedim.

Senaryosunu (Farhad Safinia ile beraber) ve yönetmenliğini Mel Gibson’un üstlendiği film, Güney Amerika’da Maya İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, Avrupalıların kıtaya ayak basmasından, yerli halka medeniyetin getirilmesinden hemen önceki bir tarih sürecinde başlıyor. Köylerinde mutlu ve huzurlu bir yaşam süren, geçimlerini yaşadıkları ormanda avlanarak devam ettiren bir grup yerli, Maya imparatorluğu’nun köle tacirleri ve askerleri tarafından saldırıya uğruyorlar. Esir edilen yerli kadınlar pazarlarda satılırken, erkekler de sözde maya tanrılarına kurban ediliyor. Ülkeyi etkisi altına almış olan salgın hastalıkların, bu sayede önüne geçilebileceğine inanıyorlar…

Kısaca konusunu özetlediğim film, Mel Gibson’un dördüncü yönetmenlik denemesi. İlk filmi Yüzü Olmayan Adam (The Man Without Face-1993)’dan sonra çektiği, Cesur Yürek (Braveheart-1995), Tutku:Hz. İsa’nın Çilesi (The Passion of the Christ-2004) ve Apokalipto (Apocalypto-2006) oldukça kanlı filmler. Söz konusu film de kanlı bir şekilde bir av sahnesi ile başlıyor ve tempoyu düşürmeden sonuna kadar da sürekli kan ve ölüm izliyorsunuz. Çöküş dönemindeki Maya imparatorluğu’nda filmde anlatıldığı şekilde gerçekten bu kadar çok ve yaygın kan dökülmüş müdür, bilmiyorum. Senaryo öyle ustaca yazılmış ki, enteresan bir biçimde rahatsız da olsanız devamında ne ile karşılacağınızı merak ediyorsunuz. Öyle ya, yönetmen size bir hikaye anlatıyor ve hikayenin nasıl bittiği önemlidir. Hikaye en ufak bir kopukluk olmadan, üstelik o zaman konuşulan Maya dilinde başlıyor ve bitiyor. Ben filmin bu özelliğini çok başarılı buldum. Filme bir özgünlük kazandırdığını düşünüyorum. Düşünsenize Maya yerlileri İngilizce konuşuyorlar… 🙁 Ne kötü olurdu! Yönetmen bunu Tutku:Hz. İsa’nın Çilesi filminde de başarıyla gerçekleştirmişti. Filmin çekildiği doğal ortam, yerlilerin doğal şartları, giyim kuşamları harika bir şekilde aktarılmış.

Oyunculuk açısından ise, kesinlikle olumlu not vermek zorundayız, bence. Çünkü tümüyle deneyimsiz oyunculardan hatta çocuklardan oluşan bir topluluğa, görevlerini öyle bir anlatmış olmalı ki, hiçbir yerde sırıtmıyorlar. Adeta doğal ortamlarına bir pencere açmışız da oradan doğal halleriyle abartısız yaşantılarıyla izliyoruz. Yerliler yerli gibi, çocuklar çocuk gibi, başrol oyuncuları da başrol oyuncusu gibi hakkını vermişler. Bir de başroldeki çocuk futbolcu Ronaldinho’ya çok benziyor. Ronaldinho’nun dişlek olmayanı 🙂

11 Ağustos 2008
5.475 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Film izlemek yaşamın en büyük keyiflerinden biri bence. Haftanın her günü, üstelik de bazen günde bir taneyle yetinmeyen biri olunca, izlenebilecek film seçimi epey zorlaşıyor, çıtanız da bir o kadar yükseliyor. İngiliz The Times gazetesi E.T.’den Casablanca’ya kadar “en iyi finale sahip” 20 filmi seçmiş. Haberi gördüğümde seçilenlerin hepsinin de bende bir iz bıraktığını hatırlayıp (Blair Cadısı hariç!), izlemeyenlere hem tavsiye hem fikir olsun diye paylaşayım istedim…

20- Se7en (Yedi) 1995
Kutudaki kesik kafa gerçekten de insanı donduracak kadar dehşetli ve unutulmaz bir finaldi.

19- Blair Witch Project (Blair Cadısı) 1999
Heather’ın son video görüntüleri –ki filmin afişinde de kullanılan görüntü buydu- korkunun ve dehşetin gerçek yüzüydü. Bana göre film; finali hariç, izlenmese de olur hatta iyi olur diye sınıflandırdıklarımdan.

18- Memento (Akıl Defteri) 2000
Leonard’ın amnezyak bir şekilde intikam peşinde koşması, onu seri katile çevirmiştir. Ve bu eylemlerini sürekli tekrarlayarak hayatına devam edecektir. Finalde şaşırtıcı bir şekilde kendimizi ona ‘sempati’ duyar halde buluruz.

17- Planet of the Apes (Maymunlar Gezegeni) 1968
Meğerse orası bizim dünyamızmış ve bütün o felaketler bizim dünyamızda gerçekleşmiş. George Taylor (Charlton Heston) acı ve öfkeyle haykırır: “Sizi manyaklar! Mahvettiniz her şeyi! Lanet olsun! Allah hepinizin belasını versin.”

16- The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli) 1994
Umutsuzluğun ve haksızlığın en üst düzeye ulaştığı bir hayatın bile, bir Meksika plajında mutlu sona ulaşabileceğini düşünmek güzel bir final.

15- Gone with the Wind (Rüzgar Gibi Geçti) 1939
Scarlett O’Hara (Vivien Leigh) kocası Rhett Butler (Clark Gable) tarafından terk edilirken “Samimi olarak söylüyorum sevgilim, umurumda değil!” cümlesini duymuş da olsa yıkılmaz. Gözünden bir damla yaş akarken, “Onu geri getirmenin bir yolunu bulacağım. Yarın, yeni bir gündür…” diyecektir.

14- Doctor Strangelove (Doktor Strangelove) 1964
Vera Lynn’in ‘We’ll Meet Again’ şarkısı eşliğinde o patlamaları izlerken, Kubrick bize son darbesini indirir.

13- Les Diaboliques (Şeytan Ruhlu İnsanlar) 1955
Amerikan versiyonunu boşverin. Siyah-beyaz orijinal Fransız filminde, banyo küvetinden kalkan ve bu görüntü karşısında kadının kalp krizine geçirmesine neden olan o sahne, şeytani planın başarısının da ispatıdır.

12- The Wizard of Oz (Oz Büyücüsü) 1939
Uzaktaki diyarların dayanılmaz cazibesine karşın Dorothy, “Ev gibisi yoktur” diyecek ve kaderini böylece belirlemiş olacaktır.

.

11- Thelma&Louise (Thelma ve Louise) 1991
Susan Sarandon’ın gazı kökleyip arabayı uçuruma sürdüğü final sahnesinde, içimiz acır ama bir yandan da pişmanlık duymaksızın, muzaffer bir şekilde ölüme giden bu kızlara saygı duyarız.

10- The Sixth Sense (Altıncı His) 1999
Filmin anlamını veren sahne zaten finaliydi. Crowe kendisinin de bir hayalet olduğunu öğrenir ve biz seyircilere bu finalin yaratılmasındaki dehaya hayran olmaktan başka yapacak bir şey kalmaz.

9- Usual Suspects (Olağan Şüpheliler) 1995
Verbal Kint (Kevin Spacey) hikayenin büyük bölümünü kendisi uydurmuştur, o Keyser Söze’nin ta kendisidir. Ve sadece ‘çenesini ve aklını’ kullanarak serbest kalmayı bilmiştir.

8- The Italian Job (İtalyan İşi) 1969
Otobüsle kaçış iyi bir fikirdi, ta ki geçirdikleri kaza sonucunda kayaların ucuna savrulana kadar. Ve finali getiren o müthiş cümlede bir ipucu vardı: “Dayanın çocuklar, bir fikrim var…”

7- Some Like It Hot (Bazıları Sıcak Sever) 1959
Mükemmel bir komedi filmine, mükemmel bir final! Jack Lemmon peruğunu fırlatıp “Ben bir erkeğim!” diye haykırınca Osgood’un verdiği cevap sinema tarihine geçecektir: “Kimse mükemmel değildir!”

6- Breakfast at Tiffany’s (Tiffany’de Kahvaltı) 1961
Manhattan’da sağnak yağmur altında Audrey Hepburn’un Holly Golightly karakteri, umutsuzca kedisini aramaktadır çünkü; o kedi, kalbini aşka kapatmadığının bir simgesidir. Ancak kediyi bulabilirse George Peppard’in canlandırdığı fakir yazar Paul’le devam edebilecektir. En sonunda kedi bulunduğunda bütün gözler yaşlıdır ve kedinin öfkeli görüntüsü bu sahne içinde son derece komiktir…

5- Chinatown 1974
Özel dedektif Jake Gittes (Jack Nicholson) aradığı bütün cevapları öğrenmiştir ama Noah Cross’u (John Huston) durduracak gücü yoktur. Ölümcül sahnenin etrafında kalabalık birikirken ona geri dönmesi söylenir “Boşver Jake, burası Çin mahallesi…”

4- E.T. 1982
Final sahnesinde E.T. Elliott’ın alnına dokunur ve “Ben hep burada olacağım” mesajını verir. Duygusallığın doruk yaptığı bir finaldir.

3- Casablanca 1942
Bogart, hayatının aşkına sarıldığında birbirlerini bir daha görmeyeceklerini hem onlar hem de biz seyirciler iyi biliriz. Böyle sert bir adamın içinde, bu kadar yumuşak bir ruh olduğunu keşfetmek de bizi ayrıca yaralar.

2- Butch Cassidy ve Sundance Kid (Sonsuz Ölüm) 1969
“Bir an için başının belada olduğunu sandım” diyecektir Butch. Oysa fonda çalan müzik, yaklaşmakta olan felaketi haber vermektedir. Final sahnesinde görüntü, bu iki adamın üstünde donar. Perde beliren cesaret ve deliliğin mükemmel bir portresidir.

1- Carrie 1976
O felaketten sağ kalan birkaç kişiden biri olan Sue (Amy Irving), Carrie’nin taze mezarına gelir ve çiçek bırakır. Carrie’nin eli topraktan çıkar ve onu yakalar. Dehşet verici bir kabustur bu, Sue korkuyla uyanır. Ama bu kabus asla bitmeyecektir…

08 Ağustos 2008
4.115 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Kuzucum sayesinde keşfettiğim, bir aralar, sabahları kaçırmamak için erkenden uyandığım, şimdilerdeyse yakaladıkça izleyebildiğim, “8 yaşındaysanız ve aşıksanız hayat çok güzellll” sözüyle kendini bana daha da sevdiren, en sevdiğim çizgi film karakterlerinden biri, Cedric. Geceleri pencerenin önünde oturur ve öykülerini anlatır her bölümde. Bölümlerinin çoğunda aşık olduğu kızla ilgili “Chan’in beni sevdiğine eminim, öyle olmasa ona karşı yaptığım hatalar için bana o kadar çok sinirlenmezdi!” tarzında cümleleri, yetişkinlerin dünyasında gereksiz gibi görünen ifadeleriyle, kendinden, duygularından emin, umut dolu bir çocuk. Çocuksu düşler, aşkın o saf hali, beklentisi, tükenmezliği belki de en iyi 8 yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılabilirdi…

07 Ağustos 2008
4.396 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

Arama

Özlem Pehlivan

12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...

Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...

Facebook Sayfası

Arşiv

tr_TRTurkish