"2008 Ağustos" ayında yazılan yazılar.

yazan Özlem Pehlivan

“Elinizdeki, neşeli bir kitap sayılmaz, ama tarihin bugüne uzayan bir yanı vardır ve belki de bu kitabı okuyanlar, geçmişte ne olduğunu öğrenmekle, kızılderilinin bugün ne olduğunu daha iyi anlayacaklardır. Amerikan mitinde kaba birtakım savaşçılar şeklinde basmakalıp bir biçime sokulan Kızılderililerin ağzından ince ve son derece akla yatkın sözlerin çıktığını görünce şaşıracaklardır…

Belki de, toprakla olan ilişkilerini büyük bir titizlikle koruyan bir halktan, toprak ile kendi aralarındaki ilişki hakkında biraz birşeyler öğreneceklerdir. Kızılderililer toprağın ve onun zenginliklerinin hayatla bir tutulması gerektiğini ve Amerika’nın bir cennet olduğunu çok iyi biliyorlardı; Doğu’dan gelen istilacıların niçin Kızılderililere ait herşeyin yanı sıra Amerika’nın kendisini de yok etmeye kararlı olduklarını anlayamadılar. Bu kitabın okurları, bugün Kızılderililerin yaşadıkları yerlerin yoksulluğunu, umutsuzluğunu ve sefaletini görme fırsatını bulurlarsa, bunun nedenlerini de gerçekten anlayabileceklerdir. ’O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığlı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde birşeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet… Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu… Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.’ -Kara Geyik-

 

Evet, kitabın arka kapağında yazanlar bunlar. Kısaca kendi yorumumu katmam gerekirse, Dee Brown 1970 yılında yazdığı bu inceleme kitabıyla yalnızca usta bir tarihçi değil, iyi bir yazar olduğunu da ispatlıyor. “Kalbimi Vatanıma Gömün” bir Amerikalı’nın Kızılderililerle ilgili yazmış olduğu belgelere dayanan en gerçekçi kitap sayılıyor. 1860 – 1890 arası anlatılıyor kitapta.

Kızılderililere Indian’lar adını ilk veren Kristof Kolomb’tu, çünkü Hindistan’da olduğuna inanıyordu. Kolomb kızılderililerle ilgili İspanya Kraliçesine şöyle yazmış vakti zamanında: “Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Bu sözlerin hemen ardından gelenlerse ilginç: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” Ve Kolomb’un 1492’de Amerika’ya ayak basmasının üzerinden on yıl bile geçmeden yüzbinlerce Kızılderili yokedildi.

1829’da kızılderililerin Keskin Bıçak adını taktığı Andrew Jackson Birleşik Devletler Başkanlığı görevine getirildi. Sınırdaki görevi sırasında Keskin Bıçak ve askerleri binlerce Cherokee’yi, Chicksaw’u, Choctow’u kılıçtan geçirdi.

Beyaz adamın savaşları, taşıdığı hastalıklar  ve viskilerden dolayı kızılderili nüfusu çok azaldı ama onları esas mahveden Kalıcı Kızılderili Sınırı (Reservation Areas) olmuştu. Kızılderililer Sınırı, devlete ait toprakların kızılderililer için bir kenara atılmasıydı. Amaçları Kızılderili topraklarını adım adım ele geçirmekti. Washington’daki siyasetçiler “Kalıcı Kızılderili Sınırı”nı haklı göstermek için “Kader Bildirisi”ni (Manifest Destiny) icat ettiler. Avrupalılar ve torunları kader tarafından bütün Amerika’yı egemenlikleri altına almaya zorunlu kılınmışlardı. Onlar üstün ırk olduklarına inanıyorlardı.

1890’da Yaralı Diz (Wounded Knee) adı verilen en büyük kıyımlardan Sioux katliamı kızılderililerin sembolik olarak özgürlüğünün sonu oldu. Amerikan Hükümeti orduyu kızılderililerin üstüne saldı ve Yaralı Diz’de bulunan 350 kadın, erkek ve çocuktan  yaklaşık 300’ü öldürüldü.

Kitapta yalnız Batı Amerika Kızılderilileri’nin tarihi değil, 49 ünlü şefin, kadınlarının ve savaşçılarının fotoğrafları, kızılderililerin kendine özgü dilleriyle yaptıkları tanıklıkları, şarkılar, silah zoruyla yokedilmiş bir ırkın bütün gelenekleri ve hayatı tümü belgelere dayandırılarak usta bir dille anlatılıyor. Kitabın ilk baskısı 1973 yılında E yayınları tarafından yayımlanmış. Ben yine E yayınlarından 1990 yılında çıkan ikinci baskısına yetişebildim. Eski bir kitap, epey zaman geçti okumamın üstünden,  okudukça onları neden bu kadar sevdiğimi, neden kendimden birşeyler bulduğumu anlamış, birçok bölümünde de kendimi tutamayıp ağlamıştım. Tarihle ilgilenenlere tavsiye edebileceğim etkileyici bir kitap…

18 Ağustos 2008
5.528 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Yalnızlık zor, etrafınız kalabalıkken yalnız olmak, yalnız hissetmek, gerçekten yalnız olmaktan çok daha zor! “Yalnız kalmak istediğim zamanlar tamam ama isteğim dışında yalnız kalmak çok fazla olmasın hayatımda” tipik dualarımdan biridir, sevmiyorum ben yalnız olmayı. Yaşamımın her kesitinde, sevdiğim herşeyi sevdiğim herkesle paylaşmalıyım, diğer türlüsü üzer, yorar beni…

En büyük şairler, yazarlar ne güzel özetleyivermişler sayfalarca yazsak anlatamayacağımız duyguları; “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz…” demiş Özdemir Asaf  “Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyebileceğim kimsem olmadığından yalnızım ben…” demiş Ahmet Altan…

Kendi yalnızlıklarını, duygularını  anlatmak ve yazmak öyle zor gelir ki ve o anlarda okuduğun, dinlediğin birşey öyle sana ait ve sendir ki; o hazır maskeleri takma ihtiyacı duyarsın çıplak yalnızlığının yüzüne… Başkalarına ait yalnızlık şiirleri okursun, garip bir yalnızlık oyununun içinde, hepsine senin yalnızlığın sinmiştir sanki, oysa senin yalnızlığın hepsinden daha öte…

Bazen de bırakırsın tüm kelimeleri, şiirleri, yanağındaki bir damla gözyaşı kadar yalnızsındır işte…

Yalnızlığa dayanırım da,
Bir başınalığa asla!
Yaşamak hoş değil, duvarlara baka baka!
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla…
Korkmam; geçinip gideriz biz mutlulukla.
Ama;
“Günün aydın, akşamın iyi olsun!”
Diyen biri olmalı.
Bir telefon sesi çalmalı,
Ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa zor değil, hiç zor değil;
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama “çaya kaç şeker alırsın?”
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra…
CAN YÜCEL

18 Ağustos 2008
4.855 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Sana mucizeler vaadedemem ama, mucize aratmayacak kadar çok sevebilirim seni…

Bir sevda masalı bu… Yazmaya henüz başlamadım… İnsan yaşarken yazamıyor bazı şeyleri, aynı kelimelerin arasında gidip geliyor…. Ne zaman yazmaya kalksam, hep aynı cümleler…

Onun için, yazmaya başlamadım daha… Ama bu bir masal…

Sana dair ilk cümlem -çok garip birşey bu, nesin sen, korkuyorum senden-di… O anki gülüşün hala aklımda… Anlayamayan, hoşuna gitmiş, kafası karışmış bir gülüş…  -Garip değil, güzel diyelim- demiştin bana, sonra da küçük bir kıza masal okur gibi girdin hayatıma, masal tadında… Masalları severdim, severim, evet… Ama bunu sana söyleyemedim. Korkuyordum senden… Şimdiyse, seni kaybetmekten…

Konuşamıyordum, anlatamıyordum, dinleyemiyordum, dizginleyemiyordum duygularımı, içimde deli bir nehir gibi çağlayan aşkı tutamıyordum… Yapamadığım çok şey vardı… Ama sevdim seni… Sana mucizeler vaadetmedim… Ama sen, mucizenin ta kendisiydin… Ben de seni, mucize aratmayacak kadar sevdim…

Bir mucize arar gibiydin seni tanıdığımda… Gözlerin nereye baksa, aynı soruları soruyordu bana… “Gerçekten aşk var mı?” “Gerçekten sevebilir mi insan?” “Gerçekten bir masal yazılabilir mi bir yaşamdan?” Öyle çok kırılmıştık ki; korkuyordun, korkuyordum… Hayatım boyunca, yapmaktan korktuğum tek şeyi yaptım ve aşık oldum sana… Ama hiç pişman olmadım sonrasında, olmayacağım da…

Ve ben sana, mavi bir masal yazdım… İnanıp inanmayacağını düşünmeden masallara… Masalımı maviyle donattım. Bunlar mucize değildi, hayır… Sana mucize vaadetmedim… Ama seni, mucize aratmayacak kadar çok sevdim…

Sana dair anlatılacak o kadar çok şey var ki aslında… Dedim ya, yaşarken anlatamıyor insan… Ne zaman yazmaya kalksam, içimden geçen cümleler hep aynı yerde takılıp kalıyor… Ne zaman seni yazmak istesem, ne zaman sana yazmak istesem, kelimelerim düğümlü…

Artık senli zamanlarıma gün değil, günler diyebilmenin mutluluğu da eklendi senli mutluluklarıma… Seni tanıdığım için, seni sevdiğim için, benim olduğun için mutluydum zaten… Ve artık sana “seni çok sevdim” derken, çok geniş bir zamanı anlatıyor geçmiş zamanım… Ve şimdiki zamanım da, çok büyük bir sevdayı…

Bir sevda masalı bu…

Ama yazmaya henüz başlamadım…

Yazıldığında göreceksin, ne çok sevildin…

Yazıldığında göreceksin, ben seni ne çok sevdim…

15 Ağustos 2008
84.357 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Bir kıpırtıdır başlar önce içinde, ince bir su sızıntısı gibi, kaynağından. Yol aldıkça büyür, serpilir, çağlayan olur gün geçtikçe. Belki de bir denize dökülür kimse sahiplenmezse, sessizce. Belli olmaz bu akıntının ne getireceği, yoluna çıkanı boğar bazen, acımasız olur. Bakarsın kardelenler bitmiş yamacında, hayat verir hiç umulmadık bir anda.

Aşk derler adına, anlamsızca…

İki yürek değildir artık atan, bir olmuştur. Farklı olsa da mekan, aynı hayal içindir çırpınışlar. Günler geçmez olur, işlemez zaman. İki yürek birdir ya, dikeni battı mı içinde sürüklendiği hayatın birine, canı acır ötekinin, bilmem hangi şehrin hangi caddesinde. Hele mutluluk konduğu zaman yüzüne, anlam veremez diğeri, kendi dudaklarındaki istemsiz tebessüme. Bir şarkı mırıldanır sadece, sessizce.

Aşk derler adına, sebepsizce…

Hatırlamak değildir onu, bilakis yaşamaktır hayatı her anında onunla. Rüyalarda görmek değildir, rüyanın ta kendisi olmaktır, dönülmeyeceği bilinse de gerçek hayata. Onun gibi, onun için yaşamaktır, damlanın yaşadığı misal okyanusta. Köprü olmaktır amansız uçurumların üstünde, ayaklarının altına. O geçtikten sonra bırakıvermektir kendini boşluğa, fedakarca. Hem ne anlamı var ki bir damlanın okyanusta, anlamı olmadığı gibi köprünün, üzerinden geçeni olmayınca.

Aşk derler adına, pervasızca…

Adını kazımaktır onun, ağaçlara değil, gözbebeklerinin ta içine. Görebilirsin böylece ismini her gün, her gece, uykunda bile. Ya da yıldızlarına yazmaktır şu yaşlı kainatın, görürsün belki ismini her daim, varana kadar kıyamete. Katılırsın ışığa doğru uçuşan kelebeklere veya uçarsın yıldızlara doğru, ulaşmak için onun ismine. Ama kelebekler döner, döner ve can verirler nihayetinde, sonlarını bildikleri halde. Sen de biliyorsun sonunu, hazır mısın, katlanabilir misin çok sevsen bile?

Aşk derler adına, kabul edilmese bile…

Buzdağları gibi yaşarsın hayatı artık. Görünen kısmı değildir tamamı, fırtınalar kopuyordur içinde hiç kimse bilmese de. Saklarsın gözlerindeki yaşları geceler boyu, bir dehliz misali, yastığına düşse de. Lezzet vermez artık eski tatlar sana, bir sıkımlık canı kalmıştır hayatın, gözlerin göğe bakmaz artık, yolları ezberler, bir de bir türkü, ‘O’nun ismine.

Aşk derler adına, kabul edilmişçesine…

12 Ağustos 2008
5.176 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Televizyonda izlenebilecek hiçbirşeyin olmadığı malum günlerden Cumartesi akşamı, sıkılıp izlenebilecek güzel bir şeyler bulalım diye filmlerimizi aldığımız yere gittiğimizde, saat geceyarısına yaklaşıyordu. Çevremdeki herkes bilir nasıl bir sinema delisi olduğumu, izlemediğim film yok gibi, e durum böyle olunca da beğeni çıtası epey yükseliyor insanın.

İşte, önceki akşam izlemediklerimiz arasında gezinirken, her ne kadar ikimiz de sinema tutkunu olsak da, yaşamın akışına kapılıp, arada bir kaçırdığımız filmlerin olabileceğini getirdi aklıma, o gün benim izlediklerimi sevgilimin, onun izlediklerini benim izlememiş olmamız. Bunlardan biri Apocalypto. Film epey eskidi artık ama evde izlenebilecek sıkı filmlerden bir tanesi. Öncelikle sevgili sevgilim ve onun gibi hala izleyememiş olanlar için filmi aktarayım istedim.

Senaryosunu (Farhad Safinia ile beraber) ve yönetmenliğini Mel Gibson’un üstlendiği film, Güney Amerika’da Maya İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, Avrupalıların kıtaya ayak basmasından, yerli halka medeniyetin getirilmesinden hemen önceki bir tarih sürecinde başlıyor. Köylerinde mutlu ve huzurlu bir yaşam süren, geçimlerini yaşadıkları ormanda avlanarak devam ettiren bir grup yerli, Maya imparatorluğu’nun köle tacirleri ve askerleri tarafından saldırıya uğruyorlar. Esir edilen yerli kadınlar pazarlarda satılırken, erkekler de sözde maya tanrılarına kurban ediliyor. Ülkeyi etkisi altına almış olan salgın hastalıkların, bu sayede önüne geçilebileceğine inanıyorlar…

Kısaca konusunu özetlediğim film, Mel Gibson’un dördüncü yönetmenlik denemesi. İlk filmi Yüzü Olmayan Adam (The Man Without Face-1993)’dan sonra çektiği, Cesur Yürek (Braveheart-1995), Tutku:Hz. İsa’nın Çilesi (The Passion of the Christ-2004) ve Apokalipto (Apocalypto-2006) oldukça kanlı filmler. Söz konusu film de kanlı bir şekilde bir av sahnesi ile başlıyor ve tempoyu düşürmeden sonuna kadar da sürekli kan ve ölüm izliyorsunuz. Çöküş dönemindeki Maya imparatorluğu’nda filmde anlatıldığı şekilde gerçekten bu kadar çok ve yaygın kan dökülmüş müdür, bilmiyorum. Senaryo öyle ustaca yazılmış ki, enteresan bir biçimde rahatsız da olsanız devamında ne ile karşılacağınızı merak ediyorsunuz. Öyle ya, yönetmen size bir hikaye anlatıyor ve hikayenin nasıl bittiği önemlidir. Hikaye en ufak bir kopukluk olmadan, üstelik o zaman konuşulan Maya dilinde başlıyor ve bitiyor. Ben filmin bu özelliğini çok başarılı buldum. Filme bir özgünlük kazandırdığını düşünüyorum. Düşünsenize Maya yerlileri İngilizce konuşuyorlar… 🙁 Ne kötü olurdu! Yönetmen bunu Tutku:Hz. İsa’nın Çilesi filminde de başarıyla gerçekleştirmişti. Filmin çekildiği doğal ortam, yerlilerin doğal şartları, giyim kuşamları harika bir şekilde aktarılmış.

Oyunculuk açısından ise, kesinlikle olumlu not vermek zorundayız, bence. Çünkü tümüyle deneyimsiz oyunculardan hatta çocuklardan oluşan bir topluluğa, görevlerini öyle bir anlatmış olmalı ki, hiçbir yerde sırıtmıyorlar. Adeta doğal ortamlarına bir pencere açmışız da oradan doğal halleriyle abartısız yaşantılarıyla izliyoruz. Yerliler yerli gibi, çocuklar çocuk gibi, başrol oyuncuları da başrol oyuncusu gibi hakkını vermişler. Bir de başroldeki çocuk futbolcu Ronaldinho’ya çok benziyor. Ronaldinho’nun dişlek olmayanı 🙂

11 Ağustos 2008
5.847 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Fonda duyulan “iyyyy… ayy… oooo my love for youu…” nakaratıyla, Karla Bonoff’un seslendirdiği unutulmaz şarkı All My Life’ın ardından, “Parliament Sinema Kulübü Pazar gecesi sinemasını sunar…” anonsu geldiği an, tüm ev halkı herşeyi bir kenara bırakmış, televizyonun karşısına dizilmiş olurdu. O zamanın çocukları ve gençleri bizler için ne kutsal bir yayındı!

Filmlerden daha fazla introya aşık olduk belki de biz, o büyülü sese.

Haftanın ilk günü, sabah sabah hayırdır demeyin, güzel bir haftasonundan sonraki ilk sabah kanımda kıpır kıpır dolaşan nostalji, tesadüfen bulduğum o büyülü şarkıyı, şu an büyük bir keyifle tekrar dinlerken geldi aklıma… Hepimizin yaşamında şuna benzer bir andır sanırım o yıllar ve o Pazar akşamları; banyo yapılır, okul çantası hazırlanır, yorganın altına girilir, ek bir yastık daha kafa altına konulur, ışık söndürülür ve sinemanın başlaması heyecanla beklenir. Vee dayanılmaz mavilikle dolu introdan sonra film başlar. Ertesi gün, okul hep akıllardadır. Olmasa bile anne babanın telkinleriyle unutulmaz, unutturulmaz 🙂 Büyük ihtimalle filmin daha yarısına gelmeden gözler kapanmıştır. Ertesi sabah zor da olsa okula kalkılır. Okulda, filmi izledin mi izlemedin mi tartışmaları alır başını gider. Sonunda “hafta hemen geçse de Pazar gelse” nidalarıyla haftaya başlanır…

Yanılmıyorsam, ilk film Batman’di. O filmle tanımıştık yarasa kahramanı. Çok etkilemişti beni Gotham Şehri’nin olayları, Michael Keaton’ın karizmatik havası ve Jack Nicholson’un “pis” gülüşü. Şimdilerde farklı oyuncularla tekrarı çekilse de, açıkçası o ilk filmin heyecanını yakalayamadım ben.

Hatırladığım ve biraz da Vikipedi’den aldığım yardımla, o yıllarda Star 1’de yayınlanan Parliament Sinema Kulübü filmlerinden bazılarını size de hatırlatayım:

Batman | Batman Returns | Geleceğe Dönüş 1, 2 ,3 | Rocky 1, 2 ,3 | K-9 | Stargate | Esaretin Bedeli | Spawn | Polis Akademisi Serisi | E.T. | Hayalet Avcıları | Mad Max | Tango ve Cash | Gremlinler | Elm Sokağı Kabusu Serisi | Jaws Serisi | İçimde Biri Var | Dağcı | Yargıç

“Aaah ah ne günlermiş” dediğinizi duyar gibiyim… 🙂

Ses Klibi: Bu ses klibini oynatabilmek için Adobe Flash Player (Version 9 veya üzeri) gereklidir. Güncel versionu indirmek için buraya tıkla Ayrıca tarayıcında JavaScript açık olmalıdır.

11 Ağustos 2008
5.411 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Keyif alarak okuduğum bir yazıyı paylaşmak istedim…

Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, ‘Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum’ dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım:

Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı ‘insan yetiştirmek’ olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın.

Yapabiliyorsan, gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını…

Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden ‘neden ben değil de o?’ demeden…

Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu.

Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, herşeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret.

Kitaplardan keyif almasını.

Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını , ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp da kendini yönlendirmeyi bulmasını.

Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla.

Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğrenmemiş diğer sevgililerin aksine…

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli milyonun, piyangodan çıkan beşyüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın terine saygıyı öğret ona.

Aşk acısı çekmenin hiç aşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret. Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret, başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı… Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret.

Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat. Hayatı sorgulamayı öğret ona…

Bilginin en büyük güç olduğunu öğret. Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.

Günün birinde yaptıkları değil, yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.

Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı…

‘İstemiyorum’ ‘hayır’ demeyi öğret ona, istediğinde ise ‘istiyorum’ demeyi.

Sevdiğinde ‘seni seviyorum’ diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantalon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını…

Sorgusuz sevmeyi… El yazısı ile notlar yazmayı… Lafı dolandırmamayı… Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona.

Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını.

İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret… Ama en çok da kendini sevmesini öğret… Kendini sevmezse, kimsenin onu sevmeyeceğini… Kendine çiçek almazsa, kimseden çiçek beklememesi gerektiğini… Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa, kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını…

Hayatta herşeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona…

Aylin Kotil, Cumhuriyet Gazetesi

10 Ağustos 2008
2.936 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

Arama

Özlem Pehlivan

12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...

Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...

Facebook Sayfası

Arşiv

tr_TRTurkish